20 Kasım 2011 Pazar

on üçyüz

rüyalar yeşil yönünde dönerken
saat kulesinden de önce
unutulurmuş tüm kedi masalları
hem de yalınayak
ve bir kum torbası kadar çaresiz

yani.

4 Kasım 2011 Cuma

dada

merkez kaç, üç deyince!
zaten bindiğimiz küpler,
sirke kadar keskin
ve sandalye kadar dört.
hem bu gece çok eğri
karanlıkta anlaşılmıyor ama.

31 Ocak 2011 Pazartesi

unuttuğum şeyler

İş yeri üçüncü kat. Evimde, kanepenin ne tarafa doğru duracağını bile kendi kendime karar verdiğim odamda bir buçuk yıldır yakalayamadığım bir ruh hali içindeyim şu an. Uzun zamandır hissetmediğim kadar özgür hissediyorum bu oturduğum takriben 2 metre karelik alanda. Umarım önümdeki kahve makinasının daimi gürültüsünün bu durumumla ilgisi yoktur.

Her zamanki gibi hayat, ölüm, varoluş vb. konuların beynimden geçişini otoban kenarında oturan birisi edasıyla seyrederken bilincim otostop yapmış olacak ki bir anda kendimi geriye doğru giden yol çizgilerini seyreden yolcu edasında buldum. Şu sıralar Eda diye birini tanımıyorum bu arada. Bunu doğrulamak için facebook'ta 'eda' yazıp çıkan isimlere baktım, evet yok. Telefonumda iki tane Eda var ama kim olduklarını hatırlamıyorum. Varoluş kaygımın, tanıdığım insanların cep telefonu ve facebook listeleriyle sınırlı olmadıklarını kanıtlama kaygısı ile kendini gerçekleştirmesini okudunuz iki cümle önce. Bahsedeceğim şeylere dair emin olduğum tek şey, yazının devamında neler olacağından, okumaya baştan başlayıp cümle sıralamasına sadık kalan bir okur kadar bile emin olmadığım.

Yeni paragrafa nasıl başlayacağımı bulamadım ama bir şeye çok üzülüyorum; unuttuğum ya da kaybettiğim şeylere. İkisi birbirine çok benziyor gibi geliyor bazen, ya da birbirinin sebebi ve sonucu olabilirmiş gibi... Kaybettiğim şeyleri unutabilirim mesela; kaybettiğim tırnak makasının varlığını sürekli düşünmezsem onu unutabilirim. Unuttuğum şeyleri de kaybetmiş olabilir miyim? Mesela bir zamanlar dünyanın dönüş hızını biliyor ve şaşırıyordum. Şimdi unuttum. İşte bu bana o bilgiyi kaybetmişim gibi geliyor. Unuttukça daha az şaşırıyorum ayrıca. Daha da kötüsü, şaşıracak yeni şeyler bulmak güçleşiyor.

Şimdi bu unuttuğum ve kaybettiğim şeylere üzülmemin benim ölüm korkumla ne kadar ilgisi var onu bulmam lazım. Onları unuttukça ve kaybettikçe evren nezdinde ve varoluş içinde aslında unutulan ve kaybolanın ben olduğum gerçeğiyle mi yüzyüze geldim acaba? Beni var eden bildiklerim, sevdiklerim ve sahip olduklarımsa, onlar kaybolup unutulunca otomatikman ben de unutulmuş ve kaybolmuş oluyorum yani öyle mi?

Kötüymüş.

5 Haziran 2009 Cuma

stereo

geçenlerde kadıköy anadolu lisesi'nin önünde erdil yaşaroğlu ile karşılaştım. her zaman karşılaşıyormuş gibi oldu böyle diyince; halbuki sadece ikinci görüşümdü. göz göze gelince ünlü olan o değil de benmişim gibi gözlerini kısarak gülümsedi. bir ünlüyle karşılaşınca ne diyeceğinizi bilemezsiniz ya işte o anda bana da aynısı oldu. yıllar yılı "ehuahauhaha yine süper çizmiş dallama" diye güldüğüm adama 3 yıl önce pehlivan köfte'de gördüğüm zeki alasya'ya yaptığım muamelenin aynısını yapıp, "nasılsınız?" dedim.-nız mı? allah belanı versin bi erdil ağabey diyemedin diye içimden geçirirken o da bana "iyiyim sen nasılsın" de..rken kafama bir kuş tap! diye sertçe sıçtı. fırsatı kaçırmayıp "hep senin yüzünden, hayvanlarla dalga geçtiğin için senin kafana sıçmak istedi ama hedefi tutturamadı" demek istedim ama ilk cümleye ikinci çoğul şahısla başladığım için en fazla "sizin yüzünüzden" diyebildim.

o an farkettim ki ikinci çoğul şahsı hem telaffuz etmesi zor hem de ekonomik değil. zaten hitap ederken sizin diyorum bi de neden devamında yüzün -üz diye bağlamak zorunda kalıyorum ki? -iz, -üz demekten dilim ağrıdı resmen. üstüne iki saat konuşamadım.

neyse. aynı günün akşamı kulaklığımın tek tarafı bozuldu. tek kulaklığın bozuk olmasının vermiş olduğu sinir bozukluğu yetmezmiş gibi taç şeklinde bir kulaklık olduğu için ses gelmediği halde sol kulaklığı takmak zorunda kalmam beni tam anlamıyla çileden çıkarttı.

fakat bütün bunlar yetmezmiş gibi tek kulaklığın çalışmamasının çok kanallı kayıtları dinlerken gerçek bir felaket olduğunu unutarak mp3 çalarımdaki şarkıları devam etmeye yeltendim ve bir şeylerin eksik olduğunu farketmekte gecikmedim. bunlar benim her zaman dinlediğim şarkılar değildi kiminin gitarı farklıydı kiminin bası, kemanı filan...

sonra aklıma ilginç bir fikir geldi. dinlediğim şarkların eksik kısımlarını ağzımla tamamlamaya başladım... "cigicigicigi! bıçıpbıçıbıçımmmm! iuuuuğğğ! gibi sesler çıkararak.

bu zincirleme olaylar beni tıpkı hayata farklı bir gözle bakılabildiği gibi farklı bir kulakla dinlenebileceğini de düşündürdü. duyuş ve dinleyiş açısı gibi farklı terimler uydurmak istedim ama yaymakta pek başarılı olamadım.

tek kanallı günlerin değerini şimdi daha iyi anlıyorum. yaşasın mono...

6 Nisan 2009 Pazartesi

çıkış bu tarafta

yap, bak, gör, düşün, değerlendir, sorgula, cevap bulama, virgülden sonra boşluk bırakmayı unutma, müzik devam etsin, kaybol...

30 Mart 2009 Pazartesi

sonra ben de dedim ki;

birinin iç açıları toplamı 360 iken diğerininki nasıl 180 olabiliyor? sonuçta ortada durup kendi etrafında dönerken başladığın noktaya geldiğinde 360 derecelik bir dönüş yapmış olmuyor musun? bu soruyu bu kadar uzun sormama gerek yoktu biliyorum ama gerçekten çok saçma değil mi?.. diye hayıflandı nokta. doğruyu severdi ne de olsa içinden sonsuz sayıda doğru geçebiliyordu ve bunun doğruluğundan bir kez bile şüphe etmemişti. yine o rutin pazartesi sabahlarından birinde beyaz tahtada buluşmuşlardı ve matematik öğretmeninin sırtı her zamanki gibi sınıfa dönüktü..

garip bir ilişki vardı nokta ile doğru arasında. öyle ki nokta doğrunun başına geçtiğinde yarı doğru oluyor, doğru iki nokta arasına geçtiğindeyse doğru parçası sanıyordu kendini. bir ara ışın diye birşeyin varlığından söz edilmişti ama soyut düşünme becerileri bunu algılayabilecek kapasiteye ulaşmamıştı henüz.

aslında bu noktayla doğrunun hikayesi olmayacaktı; bu iç açıları olanlarla olmayanların bir olup olmadığı üzerine bir deneme ve yanılma olacaktı muhtemelen. hatta galiba şöyle devam edecekti; şimdi kare ve dikdörtgenin bir akrabalığı olduğunu yadsıyamayız sonuçta ikisinin de iç açıları toplamı 360 ayrıca her biri de zevkten dört köşe olmak klişesiyle başetmek zorunda olsa da bundan gocunmuyorlar. ayrımcılık her yerde. üçgenin üç köşesi ve topu topu 180 derecelik bir iç açılar toplamı var. burda bir yanlışlık yok mu? üçgenin 360 a tamamlanacak açısı yok mu?

aslında bu üçgenin de hikayesi olmayacaktı. tüm baskılara, kötü benzetmelere, asla elle kusursuz bir şekilde çizilememesine rağmen sesini yükseltmeyen, beni de oynatsanıza demeyen, köşeleri bile olmayan yuvarlak hatlı dairenin mütevazı hikayesi olacaktı. üstelik "pi" gibi karizmatikliğin sınırlarını aşmış bir kankası varken (bunu kendisini 3 diye çağırmasından anlıyoruz) arkadaşının varlığını ve nüfuzunu asla kötüye kullanmamış, kenarsız, yükseltisiz, derinliksiz boyutsuz ve açısız; kendi çapından büyük davranamamanın en somut kanıtı dairenin hikayesi...

ama sonra korkunç birşey oldu. nokta kayboldu doğru ne yapacağını şaşırdı, ne parçası ne de yarısı kalmıştı, yönünü bulamadığı için bakış açısını da kaybetmişti. ışınlanmak istedi ama başaramadı, meğer daha icat edilmemiş uzay yolu filan hepsinde bir sürü yalan varmış...

bu hikayedeki kişi ve olay ve kurumların gerçek hayatla kısmen alakası vardır.