30 Mart 2009 Pazartesi

sonra ben de dedim ki;

birinin iç açıları toplamı 360 iken diğerininki nasıl 180 olabiliyor? sonuçta ortada durup kendi etrafında dönerken başladığın noktaya geldiğinde 360 derecelik bir dönüş yapmış olmuyor musun? bu soruyu bu kadar uzun sormama gerek yoktu biliyorum ama gerçekten çok saçma değil mi?.. diye hayıflandı nokta. doğruyu severdi ne de olsa içinden sonsuz sayıda doğru geçebiliyordu ve bunun doğruluğundan bir kez bile şüphe etmemişti. yine o rutin pazartesi sabahlarından birinde beyaz tahtada buluşmuşlardı ve matematik öğretmeninin sırtı her zamanki gibi sınıfa dönüktü..

garip bir ilişki vardı nokta ile doğru arasında. öyle ki nokta doğrunun başına geçtiğinde yarı doğru oluyor, doğru iki nokta arasına geçtiğindeyse doğru parçası sanıyordu kendini. bir ara ışın diye birşeyin varlığından söz edilmişti ama soyut düşünme becerileri bunu algılayabilecek kapasiteye ulaşmamıştı henüz.

aslında bu noktayla doğrunun hikayesi olmayacaktı; bu iç açıları olanlarla olmayanların bir olup olmadığı üzerine bir deneme ve yanılma olacaktı muhtemelen. hatta galiba şöyle devam edecekti; şimdi kare ve dikdörtgenin bir akrabalığı olduğunu yadsıyamayız sonuçta ikisinin de iç açıları toplamı 360 ayrıca her biri de zevkten dört köşe olmak klişesiyle başetmek zorunda olsa da bundan gocunmuyorlar. ayrımcılık her yerde. üçgenin üç köşesi ve topu topu 180 derecelik bir iç açılar toplamı var. burda bir yanlışlık yok mu? üçgenin 360 a tamamlanacak açısı yok mu?

aslında bu üçgenin de hikayesi olmayacaktı. tüm baskılara, kötü benzetmelere, asla elle kusursuz bir şekilde çizilememesine rağmen sesini yükseltmeyen, beni de oynatsanıza demeyen, köşeleri bile olmayan yuvarlak hatlı dairenin mütevazı hikayesi olacaktı. üstelik "pi" gibi karizmatikliğin sınırlarını aşmış bir kankası varken (bunu kendisini 3 diye çağırmasından anlıyoruz) arkadaşının varlığını ve nüfuzunu asla kötüye kullanmamış, kenarsız, yükseltisiz, derinliksiz boyutsuz ve açısız; kendi çapından büyük davranamamanın en somut kanıtı dairenin hikayesi...

ama sonra korkunç birşey oldu. nokta kayboldu doğru ne yapacağını şaşırdı, ne parçası ne de yarısı kalmıştı, yönünü bulamadığı için bakış açısını da kaybetmişti. ışınlanmak istedi ama başaramadı, meğer daha icat edilmemiş uzay yolu filan hepsinde bir sürü yalan varmış...

bu hikayedeki kişi ve olay ve kurumların gerçek hayatla kısmen alakası vardır.

9 Mart 2009 Pazartesi

vay canına saat üç olmuş

aslında saat üç olmamış ama bitirdiğimde üç olur herhalde. hatta saat üç olmasa bile yazmayalı iki yıl olmuş. işte şimdi gerçekten vay canına. iki yıl boyunca ne yaptım acaba ben? aslında iki yıl da geçmiş olamaz çünkü üniversite son sınıf demişim; zaten okul biteli de bir yıl olmamış. demek ki bir yıl boyunca ne yaptım ben acaba-ymış doğrusu. 2007 - 2009 arasında iki yıl olduğundan geriye kalan kayıp bir yılın akıbetini araştırmak dahi istemiyorum

göz yormamak amacıyla paragraf atladım, yeni bir konuya geçmiş değilim henüz. hatta bir konuya girmiş dahi değilim ama şimdiden 95 kelime oldu. -salladım saymaya kalkmayın. hazır ısınmışken içinden geçtiğim zamanlar boyunca kavramları tanımlayışım ya da yorumlayışım nasıl değişmiş bir göz atabilmek isterdim ama yarın hayatımı teslim etmem gereken bir işim olduğunu farkettiren göz ağrısı şeklindeki uyarı sistemi devreye girdi. evet senaryo eksiklikleriyle boğuşan ve finali tatmin etmeyen bir film gibi oldu ama zaten ben de yeni moda tv dizisi taktiği kullanıyordum. Bölüm boyunca hiçbir şey anlatmadım ama herkes bir sonraki bölümü merakla bekliyor. bir sonraki yazıya previously on blah blah diye başlayabilecek olmanın dayanılmaz hafifliği diye buna denir.

to be continued...

*bi dakka, blogger'ın saati yanlış, bugün günlerden salı dostum, saat sabahın 3'ü...